İlm-i Ledün
- Mehmet Emin IŞIK
- 19 May 2020
- 16 dakikada okunur
Ledün İlmi Nedir?

İlm-i ledün ya da ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet ya da uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)
Hem Salebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allah'ın izniyle kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.
Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."
Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."
Kıyamet yaklaştıkça, insanlar dinden uzaklaşmaya başlamaktadır. Eskiden kerameti görülen evliya çoktu. Fakat dinden uzaklaştıkça evliya azaldı, kerametler görülmez oldu. Ledün ilmi unutuldu. Sapıklar çoğaldı, keramet inkâr edilmeye başlandı. Kerametin hak olduğuna Kurân-ı Kerîm'den örnekler:
1. Hz. Süleyman, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter” dedi. İlmi ledün (ilmi batın) sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40) [1]
2. Hz. Meryem, peygamber değildi. Kocasız çocuk doğurdu. Hz. Meryem mabette yaşar, yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. Kurân-ı Kerîm'de, "Hurma dalını kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün." buyruldu. (Meryem 24) Hz. Zekeriya, Hz. Meryem'in yanında taze meyve ve yiyecekleri görünce hayret ederdi. İşte âyet-i kerime meali: “Rabbi Meryem'e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık görür, “Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” der; o da: Bunlar, Allah tarafından” diye cevap verirdi.” (Al-i İmran 37)
3. Eshâb-ı Kehf'in kerameti de meşhurdur. Eshab-ı Kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kurân-ı Kerîm'de, “İşte bu, Allah’ın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın.” buyruluyor. (Kehf 17, 18 )
4. Hz. Musa'nın yanındaki gencin çantasındaki balık canlanıp suya gitmiştir: (Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balık şaşılacak şekilde denize gitmişti.) (Kehf 61- 63)
5. Kehf suresinin 63. âyetinden itibaren Hz. Musa ile ledün ilmi'ne sahip bir zatın kıssası anlatılır. Özetle şöyledir: (İkisi, (Hz. Musa ile bir genç) kendisine ilim verdiğimiz birini buldular. Musa ona, “Sana öğretileni (ledün ilmini) bana da öğretir misin?” dedi. O zat da: “Sen benim yaptıklarıma dayanamazsın” dedi. Sonra o zat, bindikleri gemiyi deldi. Hz. Musa, “Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin” dedi. Daha sonra, bir erkek çocuğunu öldürdü. Hz. Musa, “Masumu öldürdün, pek kötü bir şey yaptın” dedi.) Günahsız çocuğu öldürmek elbette çok büyük günahtır. Ama bunu yapan zat, kerametle biliyordu ki o çocuk, büyüyünce zâlim biri olacaktı. Onun yerine iyi bir çocuk verilmesi de istenmişti. Hz. Musa'ya “Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?” dedi. Demek ki o zat, Hz. Musa'nın dayanamayacağını da kerametle biliyordu. Hz. Musa'nın arkadaşı duvarları (kerametle) doğrultuverdi. O zat, Hz. Musa'ya bu işlerin hikmetini açıkladı. (Kehf 63-81) (Hz. Musa'nın arkadaşının (Hızır'ın) sahip olduğu ilme ilmi ledün deniyor. Bu ilmi ancak tasavvuf sahibi, keramet ehli evliya bilir, mezhepsizler bilmez.) Bir hadis-i şerifte buyruldu ki: “İlmi ledün, sırrı ilahidir. Allah, onu salihlerden dilediğinin kalbine koyar.” [2]
İLM-İ LEDÜN
Türkçede kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda "ınde" lafzının da müteradifi sayılan "ledün" kelimesi, "ilm-i ledün" şeklinde izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatler mânâsına gelir. Başta, umum Enbiyâ ve Mürselîn olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin - bir başka zaman teker teker bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini ifade etmeye çalışacağız - ilimleri, Allah tarafından vahiy ve ilham unvanıyla gönüllere ilkâ edilmiş bilgi ve marifet olması itibarıyla, hemen hepsi de bir çeşit ilm-i ledün sayılır. Hususiyle de, "ekrabu'l-mukarrebîn" olan İlm-i Ledün Sultanı'nın hem gayb-ı mutlak hem de gayb-ı mukayyetle alâkalı her türlü bilgi ve marifeti - bununla, gayb ilmi, esrar ilmi ve vicdan kültürünü kastediyoruz - ilm-i ledün nev'indendir ve O Ferîd-i Kevn ü Zaman, Süleyman Çelebi'nin:
Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı'dır, Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır. Mısralarıyla seslendirdiği gibi, bu gizli ilmin tam bir hazinedârı ve bu özel irfan havzının da bir marifet kahramanıdır. Ne var ki, böyle özel bir mazhariyet, bütün evliyâ ve enbiyâ, bütün asfiyâ ve mürselîn için her zaman söz konusu olmayabilir. Zira, ilm-i ledün, ilâhî feyiz yoluyla, özel bir kısım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve marifettir.ve böyleleriyle aynı ufku paylaşmayanların ondan anlamaları da mümkün değildir.
İlm-i ledün, her zaman zahirî şer'e uygun olmayabilir. Bu gibi durumlarda meşhûdâtlarını "usûlü'd-dîn" prensipleriyle tashihe tabi tutmayanlar, bazen yanılabilecekleri gibi, kendilerine tâbi olanları da yanıltabilirler. Keşif ve ilhamlarını muhkemâta göre tespit edenler ise her zaman, berzahî ufuklarıyla mülk ve melekûtu birden görür. Dünya ve ukbâyı bir vahidin iki yüzü gibi müşahede eder ve tilmizlerine gayb u şehadet âleminin vâridâtından ne kevserler ne kevserler sunarlar.!
Kurân-ı Kerîm, Kehf Sûresi'nde bu mazhariyeti hâiz, Allah'ın has bir kulundan bahsederken - Sünnet-i Sahiha bunun Hızır olduğunu söyler - "Orada bizim seçkin kullarımızdan, has bir abdimizi buldular ki, Biz onu nezdimizden özel bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik." (Kehf/18:65) şeklinde bir açıklamada bulunur. Tasavvuf erbabına göre işte bu ilim, ilm-i ledündür ve Hz. Musa gibi "ülü'l-azm" enbiyâdan birisi, temelde, ilâhî bilgilerde tam metbû olmasına rağmen, münhasıran ilm-i ledün çerçevesinin belli bir motifinde Hz. Hızır'a tâbi olarak o ilmin ihata alanını görmeye çalışmıştır. Sahîh-i Buhari'de bu farkı ortaya koyan şöyle bir rivayet vardır: Hızır, Hz. Musa'ya "Yâ Musa, ben, Allah'ın bana öğrettiği öyle özel bir ilme mazharım ki, sen onu bilemezsin; sen de öyle bir ilimle serfirazsın ki, ben de onu bilemem" der.
Evet, ilm-i ledün, umuma ait bir ilim olmaktan daha çok, özel bazı kimselere Cenabı Hakk'ın özel bir ihsanıdır ve onların dışındakiler her ne kadar değişik konularda daha fazla malûmat sahibi olsalar da, bu mevzuda ilm-i ledün erbabının gerisinde sayılırlar. Çünkü bu ilim - liyâkat, istidat, Allah'a yakınlık. Gibi hususların şart-ı adî planında vesilelikleri mahfuz - tamamen Allah'ın bir atâ tecellisidir ve katiyen kesbî de değildir. Bu itibarla da onun, ne okumayla, ne araştırmayla ne de daha değişik yollarla elde edilmesi söz konusudur. Evet o, Bu tamamen Allah'ın dilediğine tahsis buyuracağı bir lütuftur ve Allah, en büyük lütuf ve ihsan sahibidir." (Cuma/62:4) fehvasınca özel bir tecellinin unvanıdır.
Ne var ki, böyle bir irfan, insanlar nazarında, ne kadar cazip, parlak, büyüleyici ve ilâhî esrara açık olsa da, yine de enbiyâ-i izâmın mazhar bulundukları ilimler ondan kat kat yüksektir, objektiftir, herkese açıktır ve insanların dünyevî-uhrevî saadetlerinin de teminatıdır. Bu iki ilim arasındaki farklılığı şu şekilde vaaz' etmek de mümkündür:
Hz. Musa'nın ilmi, insanların dünyevî hayatlarını tanzim ve uhrevî saadetlerini temine matuf bir "ilm-i şeriat", Hızır'ın ilmi, gayb ve esrarla alâkalı ledünnî bir mevhibe; Hz. Musa'nın ilmi, insanlar arasında nizam ve asayişi teminle alâkalı ahkâm ve kazaya müteallik, Hızır'ın malûmatı ise sadece melekût eksenli bir kısım vâridattan ibarettir ki, buna "ilm-i ledünn-ü sırf" dendiği gibi "ilm-i hakikat", "ilm-i bâtın" da dene gelmiştir ve bu ilim, aynı zamanda ilâhî esrarın da en önemli kaynağıdır. Bir zat, bu mülâhazayı ifade sadedinde şöyle der:
Bakma ey hâce ilm-i kîl ü kâle, Esrar-ı Hak'kı ilm-i ledünde ara.!
Bu itibarla da, ilm-i ledünle cehd ve gayret arasında bazı münasebetler söz konusu olsa da, temelde onun, talim ve taallümle doğrudan bir alâkasının olmadığı açıktır. Çünkü bu ilim, Allah tarafından mahz-ı mevhibe olarak, bazı temiz gönüllerde bir kuvve-i kudsiye şeklinde tecelli etmektedir ve aynı zamanda bu tecelli, terakki sistemi içinde değil de tedellî çerçevesinde vukû bulmaktadır: Evet bu ilim, eserden eser sahibine, vücuttan vicdana akseden bir marifettir ve her şekliyle de keşif ve ilham kaynaklıdır. Ne var ki, böyle bir ilham bazen, farklı derecelerde tecelli ettiği gibi, seyr-i rûhânîsini Hz. Rûh-u Seyyidi'l-Enam'ın vesayetinde sürdürmeyenler için, bir kısım şeytanî vesvese ve nefsanî hevâcisle iltibası da söz konusudur.
İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve özel mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellileriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak tecelli edince ona "hâtır" denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır ya da ihtara, Hak'tan geldiği kendi karîneleriyle kat'î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak'tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hz. "İlim'den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet'e muvafakatıdır. Bu iki asılla test edilip de doğru çıkmayan hâtır ya da sûfîlerin sıkça kullandıkları bir kelimeyle ifade edecek olursak, havâtırın, nefsin hevâcisinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir. İşte, böyle bir ihtimalin bahis mevzu olmadığı bir hâtırın Hz. İlim'in tecellilerinden bir feyiz olduğunda şüphe yoktur.
Aksine, şeytanî vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havâtır, şeytanî; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de "heces" ya da hevâcis-i nefsanîdir ki, böyle bir aldatılma alanına itilen sâlik, hemen Cenabı Hak'ka teveccüh edip, durumunu, şeriatın muhkemâtına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir.
Sûfiye, Hak tarafından gelip kalpte yankılanan hitaba "hâtır-ı Hak", melekten geldiği bilinene "hâtır-ı melek", nefis ve şeytan tarafından esip rûhu saran manevî şerarelere de "hevâcis" ya da "şeytanî vesveseler" diye gelmişlerdir ki, bunların arasını tefrik edebilme biraz da "usûlü'd-din" ve "Sünnet-i Seniye" mizanlarını bilmeye vabestedir. Zira, bu türlü havâtırın bazıları şer'î prensiplerle test edilerek anlaşılsa da, bazıları, zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber, çok sinsi bir kısım şeytanî gaye, emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki, onu da bu işin erbabından başkasının ayırt edebilmesi oldukça zordur.
Nefis ve onun hevâcisi, şeytan ve onun da vesveseleri ilm-i ledün konusunun dışında epistemolojik meseleler olduğundan şimdilik onları geçiyoruz.[3]
Dipnotlar
[1] Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir, bu işi kerametle yapmıştı. Cin Müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı. [2] Deylemî. [3] Kaynak belirtilmeli.
Hz. Davud'a Verilen Hikmet ve Anlatım Çarpıcılığı

Yüce Allah, Hz. Süleyman gibi, Hz. Davud'a da birçok üstün ilim vermiştir. Hz. Süleyman'ın babası olan Hz. Davud, Allah'ın kendisine lütfettiği tüm gücü ve ilmi, Allah'ın emri olan İslam ahlakını en güzel şekilde tebliğ etmek ve bu yolla din ahlakını yaymak için kullanmıştır.
Hz. Süleyman'a lütfedilmiş olan kuşların konuşma dili, Hz. Davud'a da öğretilmiştir. (Neml Suresi, 16) Bu ilmin yanı sıra Hz. Davud, kendisine verilen anlatım çarpıcılığı vesilesiyle, tebliği süresince Allah'ın izniyle en hikmetli konuşma üslubunu kullanmıştır. Hz. Davud'a verilen bu ilim Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ مِنَّا فَضْلًا يَا جِبَالُ أَوِّبِي مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَأَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ﴿١٠﴾ أَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Andolsun, Biz Davud'a Tarafımız'dan bir fazl (üstünlük) verdik. "Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin" (dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik) ve ona demiri yumuşattık. "Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim" (diye vahyettik).” (Sebe Suresi, 10-11)
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
“Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.” (Sad Suresi, 20)
Hz. Hızır'a Lütfedilen İlim
Allah'ın Kuran'da "ilim sahibi" olarak bildirdiği Hz. Hızır (Kuran'da bu isim geçmemekte ancak hadislerde bu kişinin Hz. Hızır olduğu bildirilmektedir), "İlm-i ledün" adı verilen ilmin sahibi kutlu bir şahıstır. Allah'ın seçtiği kişilere vermiş olduğu özel bir ilim olan "İlm-i ledün" (bir başka ifadeyle "ilm-i batın") sahibi kişiler, Allah'ın verdiği ilham ile gaybın bilgisine sahip olan özel kişilerdir. Rabbimiz'in takdir ettiği kadarıyla, olayların gidişatını ve gelecekteki sonuçlarını önceden bilir, buna göre hareket ederler. Konuyla ilgili bir ayet şu şekildedir: “Derken, Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve Tarafımız'dan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.” (Kehf Suresi, 65) Allah, Hz. Hızır'a Kendi Katından üstün bir ilim vermiştir. Kurân-ı Kerîm'de Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile buluştuğu, kendisiyle beraber bir yolculuğa çıktığı ve Rabbimiz'in Hz. Hızır'a vahyettiği ilimden faydalanmak istediği de detaylı olarak bildirilmiştir. (Kehf Suresi, 66) Hz. Hızır, Hz. Musa ile yolculuğa çıkmayı kabul ettikten sonra Hz. Musa'nın eğitimine vesile olacak birkaç olay yaşanmıştır. Hz. Musa, Hz. Hızır'ın sahip olduğu ilmi bilmemesi sebebiyle, Hz. Hızır'ın ilk anda hatalı ve garip gibi görünen bazı davranışlarını yadırgayarak ona bunların sebeplerini sormuş ve bazı yorumlarda bulunmuştur. Fakat ayrılacakları vakit Hz. Hızır'dan yaptıklarının asıl sebeplerini öğrenince, Hz. Hızır'ın bunları belirli hikmetlere yönelik olarak yaptığını anlamıştır. (Kehf Suresi, 78-82) Kuran'da Hz. Hızır'ın bu yolculuk sırasındaki davranışlarından biri şöyle bildirilir:
“Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.” (Kehf Suresi, 71) Bu olayda Hz. Hızır, bir gemiyi delmiştir. Ancak bu gemiyi delmesinin çok önemli birkaç nedeni vardır. Kuran'da Hz. Hızır'ın bu davranışının sebebi de açıklanmaktadır: “Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.” (Kehf Suresi, 79) Hz. Hızır'ın bu davranışının hikmetlerini açıklamadan önce, onun merhametli karakteri üzerinde durmak gerekir. Hz. Hızır hemen yoksulların yardımına koşmuş, onların sıkıntı içine düşmelerini, zorba kimselerden zulüm görmelerini engellemek istemiştir. Bu hareketi onun, yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara karşı şefkatli ve merhametli karakterini ortaya koymaktadır. Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatları Hz. Hızır üzerinde yoğun bir şekilde tecelli etmektedir. Bu, müminleri inkarcılardan ayıran üstün bir özelliktir. Hz. Hızır'ın gemiyi delişinde de çok büyük bir akıl, feraset, basiret ve ileri görüşlülük hemen dikkati çekmektedir. Çünkü gemiyi makul ölçülerde ve tekrar tamir edildiğinde kolayca kullanılabilecek şekilde tahrip etmiştir. Böylece gemiyi gören kişi kusurlu zannedecek ve el koymaktan vazgeçecektir. Ancak zorba kişilerin mallarını gasp etme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra gemi sahipleri gemiyi kolaylıkla yeniden tamir edip, kullanabilecek hale getireceklerdir.
Yolculukları sırasında bunun gibi hikmetli birkaç olay daha yaşayan Hz. Musa, Hz. Hızır ile buluşmasında Allah'ın izniyle çok önemli ve hikmetli bir eğitim almış, Hz. Hızır'ın, üstün ve güçlü olan Yüce Rabbimiz'in dilemesiyle bazı gayb bilgilerine sahip özel bir insan olduğuna şahitlik etmiştir. Tüm bunların yanı sıra hadislerde, İslam alimlerinin çeşitli açıklamalarında ve İslam tarihi kaynaklarında, Hz. Hızır'ın dönem dönem peygamberlere ve Allah'ın salih kullarına yardımcı ve destekçi olduğuna yönelik bazı bilgiler de yer almaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.)
Hz. Musa İle Hızır
Saîd bin Cübeyr şöyle anlatıyor: İbni Abbas e, Nevf Bekkâlî Hızır aleyhisselâm ile arkadaşlık etmiş olan Musa'nın İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderilen Musa olmadığını söylüyor, dedim de — İbni Âbbas : Yalan söylemiş, Allah'ın düşmanı! dedi Çünkü Ubeyy bin Kâ'b bana Peygamber aleyhisselâmı şöyle buyururken işittiğini anlatmıştır: Musa aleyhisselâm İsrailoğulları arasında hutbe irad etmeye çıktı. Dinleyicilerden birisi kendisine: — İnsanların en âlimi kimdir? diye sordu. Musa aleyhisselâm da: — Ben! diye cevap verdi. îlmi kendisine nisbet edip en âlim olanın Allah olduğunu söylememesi sebebiyle Allahü Teâlâ kendisini kınayıp şöyle vahyetti: — Benim iki denizin birleştiği noktada bir kulum vardır ki, o senden daha âlimdir! Musa aleyhisselâm: — Ey Rabbim, bu senin daha bilgili olan kuluna nasıl ulaşırım? diye sordu.
Allahü Teâlâ: — Bir balık alıp zenbile koyar ve beraber yola çıkarsın. Balık nerede zenbilden çıkıp kaybolursa, o kimseyle buluşacağın yer işte orasıdır, buyurdu. Musa aleyhisselâm zenbile bir balık koyup kendisine yardımcılık etmekte bulunan Yuşa bin Nün ismindeki genç ile beraber yola çıktı. Bir kayaya geldikleri zaman ikisi de o kayarın gölgesinde yatıp uyudular. Zenbildeki balık canlanıp çıktı, denize daldı ve denizdeki bir deliğe doğru yolunu tuttu. Allahü Teâlâ da suyun akıntısını durdurdu. Balık su üzerine bina kemeri gibi olmuştu.
Bir rivayette ise: Kayanın dibinde “hayat” adı verilen bir pınar vardır ki, bunun suyu her hangi cansız bir şeye dokunursa, o şey hemen hayat bulur, canlanırdı, işte bu pınarın suyundan balığa isabet etmiş, bunun neticesi olarak da balık canlanarak zenbilden çıkıp denize dalmıştı. Musa aleyhîsselâm uykudan uyanınca arkadaşı genç, balığın denize fırladığı, hadisesini kendisine bildirmeyi unutmuştu. Tekrar gündüz ve gecelerin kalan kısmında yollarına devam ettiler. Ertesi gün kuşluk zamanı olunca Musa aleyhisselâm hizmetçisi delikanlıya: — Yemeğimizi getir de yiyelim. Çünkü bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorulduk, dedi. Allahü Teâlâ'nın gitmelerini emrettiği yeri geçtikten sonra ancak yorgunluk duymaya başlamıştı. Musa aleyhisselâmın hizmetçini genç: — Gördün mü, kayaya sığındığımızda ben balık hadisesini unuttum. Bunu hatırlamayı şeytandan başkası unutturmadı bana. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yol aldı. Girdap gibi bir yol meydana geldi, dedi Bu balık için bir girdap, Musa ve genç için ise şaşılacak bir şey olmuştu.
Musa aleyhisselâm balığın suya atladığını dinleyince, arkadaşı gence: — İşte aradığım bu idi, dedi ve izleri hakkında anlatarak geldikleri izi takip suretiyle geriye döndüler. Kayaya vardıkları zaman orada elbisesine bürünerek yatan bir adamla karşılaştılar. Bu adam Hızır aleyhisselâm idi. Musa aleyhisselâm kendisine selâm verdi. Hızır:
— Memleketinden bana selâmla nereden? diye sordu. Musa aleyhisselâm: — Ben Musa'yım, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm: — İsrail Oğullarının Musa'sı mı? diye sordu. Musa aleyhisselâm: — Evet, sana doğru olarak bildirilmiş olan ilimlerden bir şeyler öğretesin diye sana geldim, dedi. Hızır aleyhisselâm: — Fakat senin asla benimle sabretmeye gücün yetmez, ey Musa! Bende Allah'ın bana verip de senin bilmediğin bir ilim vardır. Sende de Allah'ın sana öğretip benim bilmediğim bir ilim vardır, diye karşılıkta bulundu. Musa aleyhisselâm:
— İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, sana hiçbir hususta itaatsizlik etmeyeceğim, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm: — Eğer beni takip edeceksen, ben sana anlatıncaya kadar her hangi bir şeyden sormayacaksın, dedi. Böylece ikisi deniz kenarında yürüyerek yola çıktılar ve bir gemiye rastladılar. Gemiye binmek için gemidekilerle konuştular. Gemidekiler Hızır aleyhisselâmı tanıyınca ücretsiz olarak kendilerini gemiye aldılar. Gemiye bindikleri vakit, Musa aleyhisselâmın ilk karşılaştığı, şey, Hızır aleyhisselâmın bir keserle geminin dibinden bir parçayı keserek delik açması oldu.
Bunun üzerine Musa aleyhisselâm: — Bu adamlar bizi ücretsiz olarak gemilerine aldılar. Sen ise gemilerine insanlar boğulsun diye delik açtın, çok kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır aleyhisselâm: — Ben sana, benimle sabredemezsin, demedim mi? diye karşılık verdi. Musa aleyhisselam: — Unuttum, beni suçlama ve seninle olan arkadaşlığımızda bana güçlük gösterme! diyerek afv diledi Musa aleyhisselâmın bu ilk itirazı hakikaten unutmaktan dolayı meydana gelmişti.
Sonra bir serçe gelip geminin ucuna kondu ve gagası ile denizden bir damla su aldı. Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Musa aleyhisselâma: — Allah'ın ilminde, benimle senin ilmin şu serçenin gagası ile denizden alıp eksilttiği miktar gibidir, dedi. Bir süre sonra ikisi de gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken Hızır aleyhisselam arkadaşları ile oynamakta olan bir genç gördü ve hemen eli ile onun başını koparıp genci öldürdü. Musa aleyhisselam yine sabredemedi ve Hızır aleyhisselâma: — Bir can karşılığı olmadan bir cana kıydın, çok kötü bir iş yaptın! dedi. Hızır: — Ben sana demedimmi ki, sen benimle sabredemezsin! Diye söyledi. Musa aleyhisselâm:
— Artık bundan sonra bir itirazda bulunursam, beni arkadaşlıktan uzaklaştır. Çünkü iki defa özrümü kabul etmiş oldun, dedi. Yine yollarına devam ettiler. Bir kasabaya gelince, halkından yemek istediler. Kasaba halkı ise onları misafir olarak kabul etmek istemediler ve bir ikramda bulunmadılar. Bu esnada kasaba içerisinde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselam eli ile bu duvarı doğrulttu ve tamir etti. Musa aleyhisselam yine dayanamadı ve: — Bunlar öyle bir halk ki kendilerine gelip bizi misafir etmelerini ve doyurmalarını istediğimiz halde bunu kabul etmediler. Sen ise onlara yardım olsun diye yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını düzelttin, isteseydin bunun karşılığını alırdın, dedi.
Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Hz. Musa'ya: — Bu artık ayrılışımız demektir. Sabredemediğin hadiselerin hakikatini sana anlatacağım, dedi. Peygamber aleyhisselam bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
— Musa aleyhisselâmın sabretmesini arzu ederdik ki, Allahü Teala bize aralarında geçecek olan diğer şeyleri de anlatsın. Hızır aleyhisselâm Musa aleyhisselâma o hadiselerin hakikatini ise şöyle anlattı: — Evvelâ gemi denizde çalışan birtakım biçarelerin idi. Ben o gemiyi ayıplandırmak ona bir kusur yapmak istedim ki, ötelerinde zalim bir hükümdar vardı da, o, her sağlam gemiyi sahiplerinden gasbedip alıyordu. Böylece onların gemisini bu gasbden kurtarmak için iki şerden ehven olanını seçtim ve onlara bir çeşit yardımda bulundum. İkincisi, o oğlan masum görünüşüne rağmen azgın bir kâfir idi ve ileride azgınlığını artırarak mümin olan anne ve babasını da küfre bürümek tehdidi vardı. Böylece onu bu hale gelmeden öldürdük ki anne ve babasının imanına zarar vermesin ve ona bedel olarak da Allahü Teala ikisine hayırlı bir evladı bedel versin. Çünkü böyle bir hayırlı bedele kavuşmaları ancak onun ölümüne bağlıydı. Rivayete göre, o anne ve babaya bedel olarak Allahü Teala bir kız çocuğu vermiş ve bu kız peygamber annesi olmuş ve o Peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet hidayete ermiştir. Üçüncüsü, o şehirdeki yıkık duvar iki yetim oğlanın idi. Onun altında onlar için saklanmış bir define vardı ve babaları da salih bir zât idi. Onun için Rabbin irade buyurdu ki ikisi de olgunluk çağlarına ersinler ve definelerini çıkarsınlar. Bunlar büyümeden duvar yıkılsa idi, o defineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı. Hep bunlar Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ben onu, o yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım. Bu bir vazifemdi. İşte senin sabra dayanamadığın şeylerin hakikati budur.
Hz. Süleyman'a Verilen İlimler

Allah'ın ilim verdiği peygamberlerden biri Hz. Süleyman'dır. Hz. Süleyman'a verilen ilimler arasında rüzgarların emrine verilmesi, cinleri ve şeytanları kontrol edebilmesi, karıncaların konuşmalarını anlaması, kuş dilini bilmesi gibi pek çoğu daha önce kimseye nasip olmayan üstün ilimler bulunmaktadır. Allah, rüzgarı, Hz. Süleyman'ın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkan sağlamıştır: "Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi bilenleriz." (Enbiya Suresi, 81) Kuşların Hz. Süleyman'ın hizmetine verilmiş olması ve kendisine kuşların konuşma dilinin öğretildiği ise ayetlerde şöyle haber verilmiştir: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür." Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı." (Neml Suresi, 16-17) Kuşların, diğer insanların duyamadığı özel bir dalga boyunda, kendilerine has bir konuşmaları vardır. Hz. Süleyman'a, bu özel frekanstaki konuşmayı anlayabilecek bir ilim verilmiştir. Bu, sebepler dahilinde teknolojik bir imkanla da olmuş olabilir. Hz. Süleyman, kuşların bu farklı frekanslardaki sesli iletişimini anlaması sayesinde onlara çeşitli emirler vermiş, kuşlar da onun bu emirlerini yerine getirmiş olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.)
Hz. Süleyman kuşları kimi zaman haber taşımada, kimi zaman da istihbarat toplamada kullanmış ve bu şekilde çok önemli sonuçlar elde etmiştir. Bu ilim, onun diğer ülkelerle iletişimini kolaylaştırmış, çok zor ulaşılabilecek bölgelere rahatlıkla ulaşmasına imkan vermiştir. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah'ın Hz. Süleyman'a lütfettiği bir diğer nimet de birtakım şeytan ve cinleri onun hizmetine vermesidir. Hz. Süleyman, emrine verilen cin ve şeytanları ordusunda, sanatsal çalışmalarında ve inşa faaliyetlerinde türlü görevler vererek kullanmıştır:
"... Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı." (Sebe Suresi, 12) "... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." (Enbiya Suresi, 82) Hz. Süleyman bu dalgıç şeytanları çok farklı görevlerde hizmetinde kullanmış olabilir. Şeytanlar istihbarat ya da askeri amaçlı görevler almış olabilecekleri gibi, bilimsel görevler de yapmış olabilirler. Örneğin Hz. Süleyman onları deniz altındaki zenginliklerin işlenerek, insanların hizmetine sokulması için gerekli araştırmaların yapılması gibi görevlerde kullanmış olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Hz. Süleyman'ın emrine şeytanların verilmesi, ona Allah'tan çok büyük bir lütuftur. Çünkü Allah, şeytanı imtihan ortamının bir parçası olarak yaratmış ve ona bu amaç doğrultusunda –geçici bir süre için- çeşitli imkanlar ve özellikler vermiştir.
Bu şekilde çeşitli bilgilere sahip olan bir varlığı emrinde bulundurmak, Hz. Süleyman'a hem diğer ülkelerle olan ilişkilerinde, hem de kendi ülkesini yönlendirmesinde çok büyük kolaylıklar sağlamış olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah, Hz. Süleyman'a büyük bir saltanat, benzeri görülmemiş bir zenginlik vermiş; üstün ilimler ile onu desteklemiştir. Hz. Süleyman da kendisine verilen zenginlik ve bu ilimler vesilesi ile büyük bir ordu ve güçlü bir devlet kurmuştur. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinden, Hz. Süleyman'ın devletinin o dönemde yeryüzündeki en güçlü devlet olduğu anlaşılmaktadır.
Ledün İlmi Nasıl Öğrenilebilir?
"İlm-i ledün", Allah'ın kalbinde hayır görerek seçtiği ve bu ilmi öğrenmek isteyenlere öğrettiği özel bir ilimdir. Bu ilim, sadece Hızır'dan öğrenilir.
İlmi ledün gizli, saklı ilim mânâsına gelmektedir. Allah'ın bilinen ve görünen fizikî dünya ilmi dışında Allah'ın batın ilmini de kapsayan çok özel bir ilimdir. Bu ilmin sahibi olan kişiler, zaman kavramının dışında hareket edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple aynı anda bir çok yerde bulunabilir ve kâinatın farklı yerlerinde gelişen olaylardan haberdar olabilirler. Aynı zamanda Allah'ın gök katlarında gezebilme yetkisine sahiptirler. Bu sayede Levh-i Mahfuz'da bulunan kader hücrelerini ve sicciyn'de bulunan kader hücrelerini görebilirler. Her insanın doğduğu günden öldüğü güne kadarki zaman birimi içerisinde yaşadıklarını kapsayan hayat filmleri, kader hücreleri içerisinde bulunur. Kader hücrelerini görebilen ilmi ledün sahipleri, diledikleri kişinin geçmişini ve geleceğini, başına gelebilecek olayları, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını bilebilirler. Bu ilim Allah'tan istenir ve geceleri kılınan uzun teheccüd namazlarında Hızır (AS) tarafından öğretilir.
Hızır (as) yaşamını hâlâ sürdürmekte olan Allah'ın çok büyük bir dostudur. İlmi Ledün'u öğrenmek isteyen ve bir peygamber olan Hz. Musa bile bu ilmi Hızır (as)'dan öğrenememiştir. Bununla ilgili Kehf Suresinin 65. âyet-i kerimesinde Hızır (as) ile Hz. Musa arasında geçen yolculukla ilgili verilen bilgilerde Hızır (as)'ın bu ilmin sahibi olduğu açıkça belirtilmektedir.
18/KEHF-65: Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ(ilmen).
Böylece katımızdan, kendisine rahmet verdiğimiz ve ledün (gizli) ilmimizden öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular.
Allahû Teala'nın Neml Suresinin 40. âyet-i kerimesinde kitaptan ilmi bulunan kişi olarak bahsettiği ve Belkıs'ın tahtını göz açıp kapamadan getiren kişi de Hızır (as)'dır. Hızır (as) burada tayy-i mekânı kullanmıştır.
27/NEML-40: Kâlellezî indehu ilmun minel kitâbi ene âtîke bihî kable en yertedde ileyke tarfuk (tarfuke), fe lemmâ reâhu mustekırran indehu kâle hâzâ min fadlı rabbî, li yebluvenî e eşkur em ekfur (ekfuru) ve men şekere fe innemâ yeşkuru li nefsih (nefsihî) ve men kefere fe inne rabbî ganiyyun kerîm (kerîmun).
Kitaptan ilmi olan kişi (Hızır A.S): “Ben onu, sen gözünü açıp kapamadan önce sana getiririm.” dedi. (Süleyman A.S) böylece onun yanında (önünde) durduğunu görünce: “Bu Rabbimin bir fazlıdır (lütfudur), ben şükredecek miyim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni imtihan etmek için.” dedi ve kim şükrederse sadece kendi nefsi için şükreder ve kim küfrederse o taktirde muhakkak ki benim Rabbim Ganî'dir, Kerîm'dir.
Tayy-i mekân, Allah-û Tealâ'nın velîlerine bahşettiği çok özel bir ihsandır. İnsanlık tarihinden itibaren dünya üzerinde Allah'ın güzelliklerini yaşayan velîler her devirde var olmuştur, kıyâmete kadar da var olacaktır.
Ledün İlminin Dereceleri / İlmi Ledün'ün Dereceleri
"Emîr Sultân, ledünnî ilmine sahipti. Bu ilim, 72 derecedir. İlk derecesinden olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca (da) kumların sayısını bilir." Seyyid Abdulhakîm [1]

Comentarios